13 Ekim 2010 Çarşamba




Sigara yasağının geldiği yıldı. Kaldırımlarda, otobüs duraklarında içiyorduk. Köpeklere çorbalık alıyorduk. Eldivenlerimizi hep evde unutuyorduk. İki odalı ev. Bodrum kat. Kış soğuk. Elimizde sıcak çay camdan ayakları izliyorduk ve tablolarda bir sürü bacak görüntüsü. Saksılardan rüzgar güllerimiz çalınıyordu. Evin arkasında kedi çeteleri. Komşunun camındaki meraklı kedi ve lübiteldeki soluk görüntüsü. Otobüsler gırla insan. Meydanlar gırla insan. Çabuk sevebilenlerdendik. Çabuk nefret edebilenlerdendik. Çöplere merak duyanlardandık. Pazarları sevenlerdendik. Yerde üç gün durdu bilye. Yemek masasının altında. Televizyon izlenmediği halde açıktı hep. Karıncalı ekran sesi. Duvarlar ipince, sesler geliyordu. Gece 4. Bir kadın, bir adam, sevişirken. Her saat başı çalan saatin sesini, romantik bir adam piyano başında sanıyorduk. Piyano olmadığını anlayınca bir daha duymadık o sesi. Hep kavgayla yatağa girmek vardı o zaman. Uyuyup uyanıp barışmak vardı. Uykumuzda sayıklıyorduk. Yorgan küçük geldiği için sarılıyorduk. Hep kıştı sanki. Erkekler horlar, kadınlar horlamaz. Belediye çukurlarına yağmur suları dolar. Çerçeveler boş. Buzdolabı arada hayata dönerdi. Aşağıdaki ailenin köpeğinin adı Daisy’ydi. Camdan sarkıp arada onu izlerdik. Kadın dört mevsim halı yıkardı. Yazın neşeyi çağrıştırırdı halı yıkamak, kışın fakirliği. Küçük mahallelerden gelme çocuklardık. Halı yıkayan, cam silen kadınlara üzülürdük nedense. Bir aşağı, bir yukarı yürürdük. Sarhoş Mehtap afişi asılıydı duvarda. Semtin yaşlı Ermenileri şapka takardı genelde. Kadınları tam kadındı. Camlarında çiçekleri vardı. Duvarlarında bir sürü fotoğrafları vardı. Hep yaşlı ev sahipleri olmaları gerekirdi sanki. Onlardan bir şeyler çalmış gibi hissederdik. Hiçbir şeye bir başlık seçemezdik. Akşam haberlerini izlerken çekirdek çitlerdik. Tuzundan yanardı dudaklarımız. Biz de herkes gibi miydik? İki odalı ev. Bodrum kat. Uyumaya gidince herkes yalnız hissederdi. Televizyonun ışığı açık kalırdı, bilgisayarın ışığı açık kalırdı, radyonun ışığı açık kalırdı. İlk uyanan gözünü ilk açandı, kilidi ilk açandı, şemsiyeyi ilk açandı. Gerisi hep uyuyakalırdı.


28 Temmuz 2010 Çarşamba


Aptallıktan dem vuran aptalların ülkesindeyiz. Dümdüz uzanan yolun başında durmuş sana el sallıyorum. Sen sağdan gideceksin, ben soldan. Senin yolun çiçekli çimenli, benimki çakıllı. Güneş damarlarımı eritene kadar takip edecek beni, yeleğimin düğmesini çıkarıp ağzıma atacağım, sonra yiyeceğim güzel görünümlü meyve beni öldürecek kadar zehirli aslında. Rüzgâr cesedimi ölü sazlıklara sürükleyecek, şu yolun iki yanında uzanan sazlıklar. Ölü bedenimi bile bulamayacaksın. O yüzden el sallıyorum şimdi sana. Dün o bataklıktan gelen leş kokusuna lanet edip burnumuzu tıkıyorduk. Orada öylece uzanırken anlayacağım ki benim gibilerin kokusuymuş o. Kediler, köpekler, tavşanlar, kurbağalar… Hepsi var. Burada olsan ne güzel olurdu.

Etrafı geziniyorum daha sonra sana anlatmak için. Ama beni güneşli bölüme almıyorlar. ‘Mezar taşı olanların bölümü burası’ diyor biri. Buranın en pis kokanı o, kim bilir kaç yüz yıldır ölü. Ben çok kokmadan geri döneceğim sana. Diyorum ki o adama ‘Sevgilim bana çok pahalı bir mezar taşı yaptıracak, üzerine de ‘en güzeldi..’ yazdıracak. Sonra alevim içimde sönüyor ve düşünüyorum ‘tabi beni bulabilirse.’ Bulabilecek kadar çok sevmediğini biliyorum ya her şey daha kötüye gidiyor. Üzerimde yapış yapış bir şey, çamur mudur nedir, elimi ayağımı sarıyor. Burada olsan benden tiksinirdin.

Ama ben senden nefret ediyorum. Çünkü dediler ki eğer yaşayanlardan biri üç kez özlerse bulutlara bindirirlermiş beni gökyüzünün en yükseklerinden uçurup onun yanına götürürlermiş. Bir kere bile söylemediler adımı oysa şimdiye kadar. Her gün bekliyorum yumuşak bir bulut yanıma yaklaşsın diye. Üzülmeyeyim diye ‘iki kere özlemiştir üçüncüsünü bekle’ diyor arkadaşlar ama inanmıyorum. Burada arkadaş bile budum ama bir kez bile özlenmediğimi biliyorum. Burada olsan hiçbiri sevmezdi seni.

Zamanla alışıyorum, artık seni istemiyorum. Geri dönüş şansımın olmadığını kabulleneli uzun zaman oldu. Beni özlemediğini kabulleneli uzun zaman oldu. Kokuya alıştım. Artık ben de onlar gibi kokuyorum. Sazlar giderek uzuyor. Saçlarım ve tırnaklarım da uzuyor. Ama giderek çürüyorum ve senden daha çok nefret ediyorum. Burada olsan bunları haykırırdım yüzüne.

Biri diyor ki, bir adam varmış. Sazlığın sağ tarafında ölmüş. Benim gibi geri dönmeyi beklemiş uzun zaman ve sevgilisinin onu özlemesini. Ama olmamış. ‘Sazlar giderek uzuyor’ diyormuş. ‘Saçlarım ve tırnaklarım da uzuyor. Ama giderek çürüyorum ve senden daha çok nefret ediyorum.’ Arkadaş diyor ki o senmişsin. Burada mısın?

15 Haziran 2010 Salı

Havva uyumak istiyor. Adem bırakmıyor, düzüşmek istiyor. Yapraklar üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa savuruyor Havva’yı. İşi bitince de Adam suçu Kadına atıyor.


‘Otogarlar bana hep hüzün vermiştir’ dedi. ‘Bana da banyolar hüzün verir’ dedim. Duştan yeni çıkmıştım. Kalçama kadar uzanan saçlarımı izledim ayna karşısında süzülen sular yere damlarken. Başucumdaki bardaktaki buharlaşarak azalmış sudan bir yudum aldım, bir sigara yaktım. Çıplaklığın utancını hissetmek istedim bir an ama yalnız olunca duvarlardan utanamıyor insan. Oysa ‘Big Brother is Watching You’.

Adem ile Havva yasak elmanın ilk şehvetli anlarını yaşarken onları izleyen Tanrı’yı düşündüm, elleri yavaşça bacak aralarına doğru giden melekleri, kendine eş bulmak için yayını geren Eros’u. Şeytan bile arzulamamış mıydı Havva’yı? Havva elmayı yedi, gök gürledi, yer sarsıldı, hayvanlar çığlık attı. Sevinçten olmalı! Bir yaprak yetmez şehveti örtmeye. ‘Hani nerede Adem! Dudaklarım onu özler!’

Saçlarımdan süzülen sular sigaramı söndürmüş. Dumanın hiçbir zaman pencereden çıkmaya niyetli olmadığı, saçlarıma yerleşmek istediği marka sigara içiyorum. Devlet zam yapıyor ben yine, daha çok içiyorum. Ölüme bile zam geliyor. Tavanda kırmızı bir elma asılı, tam gözümün önüne kondu ben doğar doğmaz ama yasaklandı aynı dakika. Ancak yalayabiliyorum onu gizli gizli Tanrı’nın uyuduğunu tahmin ettiğim anlarda. Ben böyle işkence edilen küçük kızlardanım Havva gibi, sonra bir anda büyük kadın yapılan.Tanrı uyur mu? Tanrı uyur ama Şeytan uyumaz. Bu elma o kadar güzel kokuyor ki, rujumun renginde kırmızısı. Ah, küçük bir ısırık. Hoşça kal cennet…

25 Mayıs 2010 Salı

Neden ki… Saçlarımın bu toprak kokusu, içine çekip ciğerlerine alamadığın… Ağlamayı sevmeyişin gibi sanki saçlarımı okşayışın. Film negatiflerine hapsedişin bütün eski kadınlarını, güneşe hep gözlüklerinin ardından bakışın gibi… Geldim, sevdim ve öptüm seni. Uyudum, uyandım ve sevdim. Dudakların ne sıcak dedin, ellerin bir o kadar soğuk. Şaraptandır dedim. Kırmızı şarapta yüzen ağlak ve sarsak turuncu Japon balıkları vardı röntgenimde. Ciğerlerimde yaşıyorlarmış uzun zamandır, ondanmış tüm bu heyecan. Al onları içimden dedim doktora. Olmaz dedi alamam. Alırsam çok sıkılırsın. Senin de Japon balıkların var mı içinde?

Çay yaparım sana. Bu gece gelirsen… Şarap kadehinde içeriz istersen. Japon balıklarımızdan konuşuruz, onlar olmasaydı ne kadar sıkılacağımızdan, oradan buradan… Çayın ısısıyla buğulanmış camın önünde bekleyen kediyi gösteririm sana, yoğurt kabından su içişini izlersin. Alışveriş listesine attığım tikleri de gösteririm, Harbiye’de bulduğum melekli nota kâğıdını da sizin evin arka sokağında, geçen seneki doğum günü hediyelerimi de gösteririm, gömleğimin yakasındaki ütü yanığını da… İçindeki ağlak ve sarsak turuncu Japon balığına adımı koyarsın, ben soğuyan çayı ısıtırken sarhoş ellerimle. Ne çabuk sarhoş oldun dersin. Kadeh elimden düşer. Benim ellerim kanamasın diye sen toplarsın parçaları. Senin kesiklerinden akan kanları emerim ben sonra…

16 Mayıs 2010 Pazar



Sahipsiz kalmış kanatlar gibi yere çakılıyorum. Hikâyeler okuyarak, masallar dinleyerek ağlıyorum ve diyorum ki ‘Bu su izi bizi denize götürecek mi?’ Sen de olmasan ne çok ölürdüm, ne çok yüzerdim kayalıklarda. Son anda oltadan kaçan bir balık gibi umutlu olurdum belki de… Bir saniye sonra başka bir ağa takılarak öldürürdüm ‘umut’ isimli tüm çocukları. Çocuklar zihin sarhoşu… Çocuklar 27 Oscar ödüllü oyuncu... Çocukken öyle mutsuzdum ki… Yatakta annemle babam arasından kıvrılıp kurtulmayı başaramazdım. O yüzden çok sevdim tavanları. Ya da o yüzden bu kadar tiksindim, bilemiyorum. Komşu evlerde içilen iğrenç musluk suları bence çocukluk, inşaatlarda porno dergiler bulmak, birbirinin yara kabuğunu yolmak, siklameni küfür sanmak… Anneler ve oğulları… Babalar ve kızları… Kadınlar ve kocaları… Uçup bir daha geri gelmeyen balonlar… En çok onları özlüyorum. Pazar yerinde direklere sarılıp ağlardım bir uçan balonum olsun diye. Annemin cüzdanından çaldığım paraları merdiven altına saklardım dünyanın en büyük uçan balonunun alabilmek için. O zamanlar çok çocuk vardı…

13 Nisan 2010 Salı


Yüzüme taktığım bir öpücük kadar sahte belki de. Neden o çiçeği o çayhane masasında bıraktım. Onu mezarsız ölüme terk ettiğim için suçluyorum kendimi bu gece. Neden ayakkabılarımı ayrı ayrı bıraktım kapı önünde. Birbirlerini daha çok özlesinler diye mi?

Sana ne yaptım da sevmedin beni? Ayakkabılarına hep iyi davrandım oysaki… Saçlarını hep özenle taradım. En çok da özenle öptüm dudaklarını... Dudakların bana küsmesin.

Ellerinin ellerime küstüğü gün ben de bir çocuğun kalbini kırdım. Bilmiyorsun tabi, ben daha çook kötülükler yaptım… Elimde bir şişe şarapla döndüm o gece eve, para isteyen şarapçıdan sakındığım parayla aldım o bir şişe şarabı. Oturdum, o adam üşüyordur şimdi, yalnız hissediyordur kendini diye ağladım sonra. Bile bile ellerini getirdim aklıma, mor, şiş ve kesik… Daha çok ağladım. Sen olsaydın bu kadar kötü olmazdım. Sen peri diyince peri olurdum ben, melek deyince melek, prenses deyince prenses. Biberler, patlıcanlar kuruturdum sana. Göğüslerimin arasına yaseminler koyardım her gece. Memelerimden çıkarıp mis kokulu paralar verirdim. Kitap okurken gelir ensenden öperdim seni, elimdeki bir bardak çayın yanında. Anlattığın gibi. Annen gibi.

Ellerini çok uzaklara gönderdin sen şimdi. Ellerim çok ağladı, çok üşüdü. Uzanıp ellerini tuttukları montunun cebi… Gizli buluşma yeri… Birkaç dikişi yırtılmış… ceplerin de mi beni özlemedi?


25 Mart 2010 Perşembe

Edit Piaf melodili küçük müzik kutusu.
Saçlarından çiçek kokuları dağılan kadın. Eminim dudaklarında çilekler büyüyordur. Kirazlar sallandırıyordur kulaklarından. Öğle vakti rüzgarın savurduğu çamaşırları topluyordur etekliği açılırken. iki ağacın arasında gerili çamaşır ipi; karıncalara köprü oluyordur. Çiçek bile vardır orada. Kadın her sabah papatyalar, begonyalar topluyordur, mutfak masasına koyuyordur.
Yan evde ise iki deli yaşıyor. Bir kadın, bir erkek. Onlar sevişmeyi bilmezler. Kadın karıncalara öykünür, pantolonlarının dizleri bu yüzden yırtık. Adam çiçek kokulu saçları olan kadının külotlarını çalar, soba deliğine saklar. Kadın soğukta sigara içer. Her sene bir kez perdeleri tutuşturur. Bebeklerin saçlarını keser, kendi saçlarına ekler. Adam o bebeklere tecavüz eder. Her sabah yıkar onları kadın.

Yıkarken ağlarım. En çok saçlarına üzülürüm. Saçlarıma karışacak saçlarına. Çok ağlamam ama susarım, kalkıp soğukta sigara içerim. Komşu kadın mutfakta olur genellikle. Saçlarını kıskanırım. Onun memeleri çok güzel. Kendiminkileri ellerim, benimkiler küçük. Annem 'gösterme memelerini' derdi, bezle bağlardı memelerimi. Annemi düşünürüm. Onunkiler de güzeldi, babam çok severdi. Gece olunca ellerdi annemi, annem durmadan gülerdi. Gülünce çok çirkin olurdu bence. Ağlasaydı daha güzel olurdu. 'Annene benziyorsun' derlerdi bana hep. O yüzden ben hiç gülmem. Hep ağlarım.
Ama çok ağlamam, susarım. Kalkıp soğukta sigara içerim...